Türkçülük Nedir?
Türkçülük, Türk milletini yükseltmek
demektir. O halde, Türkçülüğün özünü anlamak için, millet adı verilen topluluğun
tanımını bilmek gerekir. Millet hakkındaki çeşitli görüşleri inceleyelim.
1) Irkı esas alan Türkçülere göre
millet, ırk demektir. Irk kelimesi, gerçekte zoolojinin bir terimidir. Her
hayvan türü anatomik özellikleri açısından birtakım tiplere ayrılır. Bu tiplere
ırk adı verilir. Mesela at türünün Arap ırkı, İngiliz ırkı, Macar ırkı adlarını
alan birtakım anatomik tipleri vardır. İnsanlar
arasında da, eskiden beri, “beyaz ırk, siyah ırk, sarı ırk, kırmızı ırk”
denilen dört ırk mevcuttur. Bu kaba bir sınıflandırma olmakla beraber, hala önemini
korumaktadır.
Antropoloji bilimi Avrupa’daki
insanları, kafalarının şekli ve saçları ve gözlerini renklerini dikkate alarak üç
ırka ayırmıştır: Uzun kafalı kumral, uzun kafalı esmer, yassı kafalı.
Bununla beraber, Avrupa’da hiç
bir millet, bu tiplerden yalnız birini, içine almaz. Her millette, çeşitli
oranlarda olmak üzere, bu üç ırka mensup bireyler vardır. Hatta aynı ailenin içinde,
bir kardeş uzun kafalı kumral, diğerleri uzun kafalı esmer ve yassı kafalı
olabilirler.
Gerçi bir zamanlar, bazı
antropologlar bu anatomik tiplerle sosyal davranışlar arasında bir ilişki olduğunu
savunurlardı. Fakat birçok ilmi eleştirilerin ve özellikle… Bizzat
antropologlar arasında en yüksek bir konumda bulunan Manouvrier adındaki bilim
adamının anatomik özelliklerin sosyal karakterler üzerinde hiç bir etkisi olmadığını
ispat etmesi, bu eski iddiayı tamamıyla çürüttü. Irkın, böylelikle sosyal
niteliklerle hiç bir ilişkisi kalmayınca, sosyal karakterlerin toplamı olan
milliyetle de hiç bir ilişkisinin kalmaması gerekir. O halde, milleti başka bir
alanda aramak gerekir.
2) Kavmi Türkçüler de, milleti kavim
ile karıştırırlar. Kavim, aynı anadan, aynı babadan üremiş, içine hiç yabancı
karışmamış aynı kandan bir topluluk demektir. Eski toplumlar genellikle saf ve
yabancılarla karışmamış birer kavim olduklarını savunurlardı. Hâlbuki toplumlar
tarih öncesi zamanlarda bile, kavmiyetçe saf değildiler. Savaşlarda esir alma,
kız kaçırma, suç işleyenlerin kendi toplumundan kaçarak başka bir topluma
girmesi, evlenmeler göçler, yabacıları kendine benzetme ve başka bir topluluk içinde
erime gibi olaylar milletleri sürekli birbirine karıştırmıştı. Fransız bilim
adamlarından Camille Julian ile Millet, en eski zamanlarda bile saf bir kavmin
bulunmadığını savunmaktadırlar. Tarih öncesi zamanlarda bile saf bir kavim
bulunmazsa, tarihi devirdeki kavim karışmalardan sonra, artık saf bir kavmiyet
saçma olmaz mı? Bundan başka, sosyolojiye göre, fertler dünyaya gelirken sosyal
bir nitelik taşımazlar. Yani sosyal duygu ve düşüncelerden hiç birini
beraberinde getirmezler, mesela dil, din, ahlak, estetik; politika, hukuk,
ekonomi alanına ait hiç bir duygu ve düşünceyi beraber getirmezler. Bunların
hepsini sonraları terbiye yoluyla toplamdan alılar. Demek ki, sosyal özellikler
kalıtımla geçmez, yalnız terbiye yoluyla geçer. O halde, kavmiyetin milli
karakter bakımından da hiç bir rolü yok demektir.
Kavim saflığı hiç bir toplumda
bulunmamakla beraber, eski toplumlar kavmiyet idealini izlerlerdi. Bunun nedeni
dini idi. Çünkü o toplumlarda kendisine tapılan, toplumun ilk atasından
ibaretti. Bu yalnız kendi dölünden olanlara tanrılık etmek isterdi. Yabancıların kendi tapınağına girmesini, kendisine yapılacak ibadetlerle
katılmasını kendi mahkemelerinde kendi kanunlarına göre yargılanmasını
istemezdi. Bundan dolayı, toplumun içine çeşitli biçimde evlât edinme yoluyla
girmiş birçok kişi bulunmakla birlikte, bütün toplum yalnız Tanrının dölünden
gelmiş sayılırdı. Eski Yunan sitelerinde, İslam’dan önceki Araplarda, eski Türklerde,
kısaca henüz il devride bulunan bütün toplumlarda şu yalancı kavmiyeti görürüz.
Şurası da var ki, sosyal gelişmenin
o aşamasında yaşayan milletler için kavmiyet idealini izlemek normal bir
hareket olduğu halde, bugün içinde bulunduğumuz aşamaya anormaldir. Çünkü o aşamada
bulunan toplumlarda sosyal dayanışma yalnız dindaşlık bağından ibaretti. Dindaşlı
kandaşlığa dayanınca, doğaldır ki, sosyal dayanışmanın dayanağında kandaşlık
olur.
Bugünkü sosyal aşamada ise,
sosyal dayanışma, kültürdeki ortaklığa dayanıyor. Kültürün kuşaktan kuşağa
aktarılması terbiye aracılığıyla olduğu için, kandaşlıkla hiç bir ilgisi
yoktur.
3) Coğrafi Türkçülere göre,
millet, aynı ülkede oturan halkların toplamı demektir. Mesela onlara göre bir İran
milleti, bir İsviçre milleti, bir Belçika milleti, bir Britanya milleti vardır.
Hâlbuki İran’da Fars, Kürt ve Türk’ten ibaret olmak üzere üç millet; İsviçre’de
Alman, Fransız, İtalyan’dan ibaret olmak üzere yine üç millet; Belçika’da aslen
Fransız olan Valon’larla, aslen Cermen olan Flamanlar vardır. Büyük Britanya
adaların da ise Anglosakson, İskoçyalı, Galli, İrlandalı adlarıyla dört millet
vardır. Bu çeşitli toplulukların dilleri ve kültürleri birbirinden ayrı olduğu,
için hepsine birden millet adanı vermek doğru değildir.
Bazen bir ülkede birçok sayıyla
millet olduğu gibi, bazen de bir millet birçok ülkeye dağılmış bulunur. Mesela
Oğuz Türklerine bugün Türkiye’de, Azerbaycan’da, İran’da, Harzem ülkesinde
rastlarız.
Bu toplulukların dilleri ve kültürleri
ortak aldığı halde, bunları ayrı milletler saymak doğru olabilir mi?
4) Osmanlıcılara göre, millet,
Osmanlı İmparatorluğu’nda bulunan vatandaşları içine alır. Hâlbuki bir
imparatorluğun bütün vatandaşlarını bir tek millet saymak büyük bir hatadan
ibaretti. Çünkü bu birbirine karışmış topluluğun içinde, ayrı kültürlere sahip
birçok millet vardı.
5) İslam Birliği taraftarlarına
göre, millet, bütün Müslümanların toplamı demektir. Aynı dinde bulunan insanların
bütününe ümmet adı verilir. O halde, Müslümanların bütünü de bir ümmettir. Yalnız
dilde ve kültürde ortak olan millet ise bundan ayrı bir şeydir.
6) Fertçilere göre, millet,
bir adamın kendisini ait hissettiği herhangi bir toplumdur. Gerçi, bir fert,
kendisini görünüşte şu veya bu topluma bağlı saymakta özgür sanır. Oysaki
fertlerde böyle bir özgürlük ve bağımsızlık durgularla yoktur. Çünkü insandaki
ruh. Duygularla düşüncelerden oluşmuştu. Yeni psikologlara göre, duygu hayatımız
asıldır, düşünce hayatımız ona aşılanmıştır. Ruhumuzun normal bir halde
bulunabilmesi için, düşüncelerimiz duygularımıza tamamıyla uygun olması
gerekir. Düşünceleri duygularına uymayan ve dayanmayan bir adam, ruh bakımından
hastadır. Böyle bir adam, hayatta mutlu olamaz. Mesela duygusu bakımından
dindar olan bir genç, kendisinin düşünce bakımından dinsiz sayarsa psikolojik
bir dengeye sahip olabilir mi? Şüphesiz hayır! Bunun gibi, her fert, duyguları
aracılığıyla belli bir millete mensuptur. Bu millet, o ferdin, içinde yaşadığı
ve terbiyesini aldığı toplumdur. Çünkü bu fert, içinde yaşadığı toplumun bütün
duygularını terbiye aracılığıyla almış, tamamen ona benzemiştir. O halde bu
fert, ancak bu toplumun içinde yaşarsa, mutlu olabilir. Başka bir toplumun içine
giderse, sıla hastalığına uğrar, duygu bakımından bağlı olduğu halde, bir
ferdin, istediği zaman milletini değiştirebilmesi kendi elinde değildir. Çünkü
milliyet de, dışarıda var olan bir gerçektir. İnsan milliyetini bilgisizliği
yüzünden tanıyamamışken, sonradan araştırıp soruşturarak
bulabilir. Fakat bir partiye girer gibi, sırf iradesiyle şu veya bu millete katılamaz.
O halde, millet nedir? Irka,
kavme, coğrafyaya politikaya ve iradeye ait güçlere üstün gelecek ve onları
egemenliğine alabilecek başa ne gibi bir bağımız var?
Sosyoloji ispat ediyor ki, bu
bağ terbiyede, kültürde, yani duygularda ortaklıktır. İnsan en samimi, en içten
duygularını ilk terbiye zamanlarında alır. Ta beşikte iken, işittiği ninnilerle
ana, dilinin etkisi altında kalır. Bundan dolayıdır ki, en çok sevdiğimiz dil,
ana dilimizdir. Ruhumuzu oluşturan bütün din, ahlak ve güzellik duygularımızı
bu dil aracılığıyla almışız. Zaten ruhumuzun sosyal duyguları, bu din, ahlak ve
güzellik duygularından ibaret değil midir? Bunları çocukluğumuzda hangi
toplumdan almışsak sürekli o içinde daha büyük bir imkânla yaşamamız mümkün
iken, toplumumuz içindeki fakirliği ona tercih ederiz. Çünkü dostlar içindeki
bu fakirlik, yabancılar arasındaki o zenginlikten daha fazla bizi mutlu eder.Zevkimiz, vicdanımız, özleyişlerimiz, hep içinde yaşadığımız, terbiyesini aldığımız
toplumdur. Bunların yankısını ancak o toplum içinde işitebiliriz.
Ondan ayrılıp da başka bir
topluma katılabilmemiz için, büyük bir engel vardır. Bu engel, çocukluğumuzda o
toplumdan almış olduğumuz terbiyeyi ruhumuzdan çıkarıp atmanın mümkün olmamasıdır.
Bu mümkün olmadığı için, eski toplum içinde kalmak zorundayız.
Bu açıklamalardan anlaşıldı
ki, millet, ne ırkın, ne kavmin, ne coğrafyanın, ne politikanın ne de iradenin
belirlediği bir topluluk değildir. Millet, dilce, dince, ahlakça ve güzellik
duygusu bakımından ortak olan, yani aynı terbiyeyi almış fertlerden oluşan, bir
topluluktur. Türk köylüsü onu (dili dilime uyan, dini dinime uyan) diyerek
tarif eder. Felekten de bir adam, kanca ortak olduğu insanlardan çok dilde ve
dinde ortak olduğu insanlarla beraber yaşamak ister. Çünkü insani karakterimiz
bedenimizde değil, ruhumuzdadır. Maddi becerilerimiz ırksızımdan geliyor, manevi
becerilerimizde terbiyesini aldığımız toplumdan geliyor. Büyük İskender diyordu
ki; “Benim gerçek babam Filip değil, Aristo’dur. Çünkü birincisi maddi varlığımın,
ikincisi manevi varlığımın meydana gelmesine neden olmuştur.” İnsan için,
manevi varlık, maddi varlıktan önce gelir. Bu bakımdan, milliyette soy kütüğü
aranmaz. Yalnız, terbiyenin ve idealin milli olması aranır. Normal bir insan,
hangi milletin terbiyesini almışsa, ancak onun idealine çalışabilir. Çünkü
ideal bir heyecan kaynağı olduğu içindir ki aranır.
Hâlbuki terbiyesiyle büyümüş
bulunmadığımız bir toplumun ideali ruhumuza asla heyecan veremez. Aksine,
terbiyesini almış olduğumuz toplumun ideali ruhumuzu heyecanlara boğarak mutlu
yaşamamıza neden olur.
Bundan dolayıdır ki, insan,
terbiyesiyle büyüdüğü toplumun ideali uğruna hayatını feda edebilir. Hâlbuki
zihnen kendisini bağlı sandığı bir toplum uğruna ufak bir çıkarını bile feda
edemez. Kısaca insan, terbiyece ortak olmadığı, bir toplum işinde yaşarsa,
Mutsuz olur. Bu düşüncelerden çıkaracağımız pratik sonuç şudur; yurdumuzda bir
zamanlar dedeleri Arnavutluk’tan veya Arabistan’dan gelmiş milletdaşlarımız
vardır.
Bunların Türk teri beysiyle büyümüz ve Türk idealini e çalışmayı alışkanlık
haline getirmiş görürsek, diğer milletdaşlarımız dan hiç ayırmamalıyız. Yalnız
iyi günlerimizde değil, kötü günlerimizde de bizden ayrılmayanları nasıl
milliyetimizin dışında sayabiliriz? Özellikle bunlar arasında milletimize karşı
büyük fedakârlıklar yapmış, Türklüğe büyük hizmetler vermiş olanlar varsa, nasıl
olurda bu fedakâr insanlara (siz Türk değilsiniz) diyebiliriz. Gerçi atlarda
soy aramak gerekir. Çünkü bütün üstünlükleri içgüdüye dayandığı ve bunlar kalıtım
yoluşla geldiği için, hayvanlarda ırkın büyük bir önemi vardır. İnsanlarda ise,
ırkın sosyal niteliklere hiç bir etkisi olmadığı için, soy aramak doğru değildir.
Bunun tersi bir yol tutacak olursak memleketimizdeki aydınların ve fikir savaşçılarının
birçoğunu feda etmek gerekecektir. Bu durum doğru olmadığından, (Türküm) diyen her ferdi Türk
tanımaktan, yalnız Türklüğe ihaneti görülenler varsa cezalandırmaktan başak çare
yoktur.
Hiç yorum yok