Patrona Halil İsyanı
Osmanlı
Devleti’nin yaklaşık altı yüzyıllık tarihi boyunca, bazen İstanbul’da bazen de
ülkenin diğer köşelerinde sayısız isyan meydana gelmiştir. Kimi zaman
padişahların tahttan indirilmesi, kimi zaman ise isyanın elebaşlarının ortadan
kaldırılması ile sonuçlanan bu isyanların çoğunun temelinde ekonomik, siyasi ya
da sosyal sorunlar yatar. 1730 yılında III. Ahmet’in padişahlığı döneminde
İstanbul’da başlayan Patrona Halil İsyanı, İstanbul’da gerçekleşen
isyanların en şiddetlilerinden birisi olarak karşımıza çıkmaktadır.
Ayaklanmanın
başındaki Patrona Halil ne bir devlet adamı, ne bir vezir, ne yüksek rütbeli
bir asker ya da din adamıydı; Arnavutluk’un Horpeşte kasabasında doğan ve bir
süre leventlik yaptıktan sonra Beyazıt Hamamı’nda çalışmaya başlayan sıradan
bir tellaktı. “Patrona” sözcüğü, Osmanlı donanmasındaki gemilerin ikincisine
verilen bir addı. Osmanlı donanmasında Kaptanı Derya’nın kullandığı birinci
gemiye “Kapudane”, ikinci gemiye “Patrona”, üçüncü gemiye ise “Riyale”
denilirdi. Patrona Halil de “Patrona” gemisinde bir süre leventlik yaptığı için
bu lakapla anılıyordu. Etrafına da kendisi gibi ipsiz sapsız bir sürü insanı
toplamayı başarmıştı.
Patrona
Halil ve arkadaşlarının bir huzursuzluk çıkaracakları daha aylarca evvel Damat
İbrahim Paşa’ya ihbar edilmiş ama Paşa böyle bir serseri grubunun
ayaklanacağına ihtimal vermediği için bu ihbara önem vermemişti. İşte bu
umursamazlık, Osmanlı devlet idaresinin bir süre de olsa ayaktakımından
kişilerin eline geçmesine neden olacaktı.
Patrona
Halil öncülüğünde başlayan ayaklanmanın nasıl patlak verdiğine ve büyüdüğüne
bakmadan önce, Patrona Halil İsyanı’nın nedenlerine genel olarak bakmak
aynı zamanda Osmanlı Devleti’nin XVII-XVIII. yüzyıl siyasi, sosyal ve ekonomik
görünümünü de anlamamızı sağlayacaktır.
Patrona Halil İsyanı’nın Nedenleri
1683
yılındaki II. Viyana yenilgisi ve ardından Avrupa devletleri ile yaklaşık 16
yıl süren uzun savaşlar Osmanlı maliyesini oldukça kötü duruma düşürmüştü. Buna
bir de yangınlarla, depremlerle yıkılan İstanbul ve öteki kentlerin yeniden
imarı için vergilerin tahammül sınırlarının ötesinde artırılması eklenince halk
ekonomik olarak çökmüş, bunun körüklediği soygunlar ve baskınlar yüzünden
memlekette düzen kalmamıştı.
Halk çözüm
yolunu kendini daha güvende hissettiği ve iş olanaklarının daha fazla olduğu
şehir merkezlerine akın etmekte bulmuştu. Bu ise kısırdöngüye neden olmuş,
tarım alanları işlenemez ve devletin üründen tahsil ettiği vergiler alınamaz
duruma geldiğinden ekonomi daha da bozulmuştu. İşsiz reayanın kitlesel olarak
şehirlere yığılması güvenlik sorunlarını kentlere de taşıdığından artık şehirli
halkın hoşnutsuzluğu da gün geçtikçe artıyordu. Mali durumun bozulmasına
paralel olarak paranın gerçek değeri ile itibari değeri arasındaki farklılık
esnafı ve halkı olumsuz yönde etkiliyor, alışverişleri kesintiye
uğratıyor, yer yer kavgalara neden oluyordu.
Durumlarından
memnun olmayan bir diğer kesim de yeniçerilerdi. Sadrazam Damat İbrahim
Paşa’nın Batı orduları tarzında yeni bir ordu kurmaya girişmesi ve Fransa’dan
getirilen uzmanların askerleri eğitmeyi başlaması yeniçerilerle devletin
arasında bir soğukluk doğmasına neden olmuştu. Üstelik yeniçerilerin çoğu da
tıpkı halk gibi esnaflıkla uğraştığından, konulan vergiler onların da canını
yakmaya başlamıştı.
Patrona Halil
İsyanı’nın nedenleri arasında hiç kuşkusuz halk ekonomik olarak bu kadar çökmüş
durumdayken saray çevresinin kendilerinden toplanan vergilerle zevk ve sefa
içinde ve çoğu zaman israf derecesine varan eğlenceler düzenlemesi de önemli
yer tutar. Elbette saray çevresi çok eskiden beri böyle büyük ve gösterişli
eğlenceler düzenliyordu. Fakat tarihte Lale Devri olarak anılan dönemde
ipin ucu iyice kaçmış, eğlenceler artık sarayın yüksek duvarlarının arkasına
gizlenerek değil de halkın gözleri önünde düzenlenmeye başlanmıştı. Denilebilir
ki, halk işsizlik, parasızlık ve açlıktan bunalmış iken kendilerinden toplanan
vergilerin saray ve kasırların yapımına, lale bahçelerinin düzenlenmesine,
günler ve geceler süren eğlencelere harcanmasına tanık olarak saraya nefret
dolu gözlerle bakıyordu.
Beklenen
kıvılcım Safevilerin Hemedan, Tebriz, Ferehan, Yezdicurd gibi önemli merkezleri
ele geçirmeleri ile çıktı. Sadrazam İbrahim Paşa kötü duruma son vermek için
padişahı İran üzerine bir sefere zorla da olsa ikna etmeyi başarmıştı. Fakat
Üsküdar’daki karargâhına geçen III. Ahmet başkentten bir türlü ayrılamıyor, bu
da gerek ordu ve gerekse halk arasında huzursuzluğu artırdığı gibi dedikodulara
da neden oluyordu. Nihayet, ordunun İran’a hareketine karar verilmek üzere iken
İstanbul’da 28 Eylül 1730’da başlarında Patrona Halil olmak üzere
yardımcılığını Muslu Beşe ve Emir Ali’nin yaptığı ve ilk katılanların
çoğunluğunu Arnavut kökenlilerin oluşturduğu Patrona Halil İsyanı patlak verdi.
Yeniçeriler
ve halk arasındaki uzun süredir devam eden hoşnutsuzluk kısa sürede halktan ve
yeniçeriden binlerce insanın bu hamam tellağının başlattığı isyana katılmasına
neden oldu. İsyanın bir an önce bastırılması ve daha fazla kişinin isyancıların
safına katılmasına fırsat vermeden üzerlerine gitmek yerine isteklerinin
sorularak zaman kaybedilmesi de asilerin sayısını artıran büyük bir hataydı.
İsyanın
başlamasının ertesi günü Haseki Ağa, isyancıların isteklerinin ne olduğunun
sorulması için Et Meydanı’na gönderildi. Asiler, başta Sadrazam Damat İbrahim
olmak üzere 37 kişinin kendilerine verilmesini istiyor, bu kişileri bizzat
cezalandıracaklarını ve mallarını devlet hazinesine aktaracaklarını söylüyordu.
Can derdine düşen Damat İbrahim Paşa şeyhülislamdan asilerin katli için fetva
alsa da artık çok geçti. Asilere karşı sancak-ı şerifin çıkarılması sonuç
vermediği gibi, tam aksine Yeniçeri Ocağı’nın büyük çoğunluğu da asilerin
safına geçtiğinden ayaklanmayı bastırmak artık olanaksızdı.
İsyana
katılanların giderek çoğalması ve asilerin kararlılıkları karşısında başka
çaresi kalmayan Sultan III. Ahmet damadı Sadrazam İbrahim Paşa, Mustafa Paşa ve
Mehmet Paşa’yı Kapılararası’nda boğdurtur, cesetlerini bir öküz arabası ile Et
Meydanı’na gönderdi. Fakat bu, isyanı yatıştırmak için yeterli değildi. Her ne
kadar isyan padişaha değil de sadrazama karşıymış gibi görünse de, aslında
durum öyle değildir. Çünkü isyancılar, III. Ahmet’in tahta çıktığı gün
Edirne vakasına katılanları ortadan kaldırdığını biliyorlardı. Eğer padişah
olarak kalırsa, eninde sonunda Patrona Halil İsyanı’na katılanları da ortadan
kaldırtacağına emindiler. Bu yüzden III. Ahmet’in artık şeriat açısından ne
padişahlığın ne de halifeliğinin geçerli olmadığını söyleyerek tahttan
çekilmesini istediler. Başka bir yol olmadığını gören III. Ahmet zorunlu olarak
Şehzade Mahmut’u taht-ı hümayuna oturttu ve ilk biat eden de kendisi oldu.
Ne var ki
Patrona Halil Ayaklanması I. Mahmut döneminde de sürdü. Her istediklerinin
yerine getirilmesiyle iyice cesaretlenen asiler bu defa iktidar yolu ile
zorbalıklarını devam ettirmeye ve İstanbul’da terör estirmeye başladılar.
İstanbul’da gece ve gündüz demeden çarşı ve pazarlarda ne kadar dükkân, han
varsa yağmaladılar, büyük zarar ve ziyana neden oldular.
Divan
toplantılarına bile katılmaya başlayan bu eski hamam tellağının gözü iktidar
gücüyle öylesine dönmüştü ki, kendisine vaktiyle veresiye et veren bir kasabı
Boğdan voyvodalığına atadığı gibi, eski sadrazamın memleketi olan Nevşehir’in
yerle bir edilmesi emrini bile vermiş ve bu isteği güçlükle önlenmişti. Ama
asilerin en büyük tahribatları Sadabad’da yaptırılmış köşkleri yıkıp
yağmalamaları olmuştur. Asiler, devlet ileri gelenlerinin eğlence yerleri
olarak gördükleri köşkleri yağmalayarak bir ölçüde Lale Devri’nin zevk ve sefa âlemlerine
duydukları kızgınlığı ifade ediyorlardı.
İsyanın
Bastırılması
Devlet
kavramıyla bağdaşmayan bu duruma son vermek için yapılması gereken öncelikli iş
artık asilerin devlet işlerinden ellerini çektirmek olmalıydı. Darüssaade
ağalarından Beşir Ağa’nın girişimiyle Sadrazam Silahtar Mehmet Paşa ve bir
rastlantı sonucu İstanbul’da bulunan Kırım Hanı Kaplan Giray işbirliği yaptı,
padişahın verdiği altınlarla bazı ocak ağaları satın alındı ve ayaklanmanın
elebaşlarına gizliden gizliye ustaca tuzak kuruldu.
Patrona
Halil, vezir payesiyle Rumeli beylerbeyi yapılmak istendiği haberini alınca hiç
beklemeden saraya gitti. Yardakçıların eşliğinde saraya giden Patrona Halil’in
bilmediği ise, Pehlivan Halil Ağa’nın idaresi altında 33 yeniçerinin uygun
yerlere saklanarak kendilerini beklediğiydi. Boğuşma oldukça kısa sürdü.
Patrona Halil ve tüm adamları takvimler 15 Kasım 1730’u gösterirken öldürüldü.
Patrona Halil
İsyanı, halk açlık ve sefillik içerisinde yaşarken zevk ve eğlenceden geri
kalmayan saray çevresine karşı haklı bir başkaldırış idi. Ne var ki,
ayaklanmanın elebaşı olan Patrona Halil de kısa süre sonra iktidarın büyüsüne
kapılarak amacından sapmış, iktidar nimetlerini kendi çıkarları için kullanmaya
başlamıştı. Kısa sürede biriktirdiği 30.000 altın gibi gayet büyük bir servet,
Başdefterdar İzzet Ali Bey’in konağına zorla yerleşip kendisinin de sefaya
dalması bu durumun en açık kanıtlarıdır. Fakat yine de halkın öfkesini
çekmemek için kurnazca davranarak sokakta eski püskü elbiseler giymeyi
sürdürüyordu.
Sonuç olarak
tarihe “Patrona Halil Ayaklanması” adı ile de geçen bu isyan büyük ölçüde
Osmanlı Devleti’nin içinde bulunduğu ekonomik, siyasi, kültürel yaşamındaki
bozulmanın bir sonucu olarak gerçekleşmiştir. Yaşanan ekonomik bunalımın halkı
hoşnutsuzluğa iteceği kuşku götürmeyen bir gerçektir. Keza başta Padişah III.
Ahmet ve Damat İbrahim Paşa olmak üzere saray çevresinin halk bu kadar sefil
durumdayken aşırı lüks, sefahat ve zevke düşmeleri hoşnutsuz halkın nefretine,
bu nefret de isyana neden olmuştur. Bütün olumsuzluklarına karşın
bir imar ve restorasyon dönemi olarak da kabul edebileceğimiz “Lale Devri” de
bu isyanla sona ermiştir.
Hiç yorum yok