Gılgamış Destanı
Kadim Ninive
kentindeki höyüklerden çıkarılan binlerce tablet ve parça üzerinde çalışmış
olan İngiliz George Smith, İÖ yedinci yüzyılda hüküm sürmüş kral Asurbanipal’in
uzun zamandır toprak altında kalan kütüphanesinden çıkarılan kil tabletlerden
birinde, Yaratılış Kitabı’ndaki tufan öyküsüyle dikkat çekici benzerlikler
taşıyan bir tufan miti bulduğunu ve çözdüğünü açıkladı. Bildiri, bilim
çevrelerinde büyük heyecan yaratmakla kalmayıp tüm dünyada da geniş yankı
uyandırdı.
Babil tufan
öyküsünü bulduğunu açıkladıktan kısa bir süre sonra, Asurbanipal
kütüphanesindeki tablet ve parçalar üzerinde çalışmalarını sürdüren Smith, bu
tufan mitinin uzun bir şiirin küçük bir parçası olduğunu fark etti; kadim
Babillilerin kendileri de bu şiire “Gılgamış Devri” demişlerdi. Kadim
yazmanlara göre, her biri yaklaşık üç yüz dizelik on iki şarkı ya da uzun
şiirden oluşuyordu. Asurbanipal kütüphanesinde her şiir ayrı tabletler üzerine
yazılmıştı. Tufan öyküsü on birinci tabletin büyük bölümünü kapsıyordu.
George
Smith’in zamanından bu yana, Irak’ta yapılan kazılarda bu Sami Gılgamış
Destanı’ndan sayısız yeni parça çıkarıldı. Bunların bazıları Geç Babil
döneminde yazılmıştır. Yani, İÖ 17. ya da 18.yüzyıla tarihlenirler. Ayrıca
Küçük Asya’da yapılan kazılarda İÖ ikinci binyılın ikinci yarısından kalma aynı
şiirin parçalarının Hurrice ve Hint-Avrupa dili olan Hititçe çevirilerini
içeren tabletler bulunmuştur. Bugün yaklaşık 3500 dizelik metnin yarısı ortaya
çıkarılmıştır.
Şiir,
Gılgamış’ı ve kenti Uruk’u öven kısa bir girişle başlar. Daha sonra bu kentin
kralı Gılgamış’ın rakipsiz, boyun eğdirilemeyen, tebaasına zulmeden, yerinde
duramayan bir yiğit olduğunu öğreniriz. Özellikle Rabelais’i çağrıştıran cinsel
tutkularını doyurmak için zulüm etmektedir. Kederli Uruklular tanrılara feryat
ederler; tanrılar Gılgamış’ın zalim ve gaddarca davranma nedeninin, insanlar
arasında kendi dengini hala bulamayışı olduğunu düşünürler ve bu dayanılmaz
duruma bir son vermek amacıyla büyük ana tanrıça Aruru’ya başvururlar. O da çamurdan,
çıplak ve her yanı kıllarla kaplı, insan ilişkilerine aklı ermeyen, gecesini
gündüzünü kırların yabani hayvanlarıyla geçiren kuvvetli Enkidu’yu
biçimlendirir. Enkidu insandan çok hayvandır ve Gılgamış’ın kibrini kırıp
ruhunu eğitecek olan odur. Bunula birlikte önce Enkidu’nun insanlaşması
gerekmektedir. Bu da daha çok bir kadının gerçekleştirebileceği bir iştir.
Uruklu bir kadındır. Zihinsel ve tinsel erdem kazanan Enkidu, bilgeleşir.
Uruklu kadın, ona insan gibi yemeyi, içmeyi ve giyinmeyi öğretir.
Şimdi
insanlaşan Enkidu, kibirli ve zalim ruhunu yola getireceği Gılgamış ile
karşılaşmaya hazırdır. Gılgamış, Enkidu’nun geleceğini zaten düşünde görmüştür.
Uruk’ta kimsenin kendisiyle boy ölçüşemeyeceğini göstermeye can atarak, çılgın
bir gece eğlencesi düzenler ve Enkidu’yu da davet eder. Buna karşın, Enkidu,
Gılgamış’ın cinsel taşkınlıklarından hoşlanmaz ve toplantının yapılacağı eve
girmesine engel olmaya çalışır. Bunun üzerine iki dev, Gılgamış ve Enkidu
kapışırlar. Enkidu’nun rakibinden daha üstün olduğu görülür. Sonra da aniden
Gılgamış’ın öfkesi yatışır ve ikisi sarılıp öpüşürler. Bu acı mücadeleden iki
yiğidin dostluğu doğar.
Bununla
birlikte Enkidu Uruk’ta mutlu değildir. Eğlence hayatı onu güçten
düşürmektedir. Böylece Gılgamış dostuna, uzaktaki sedir ağacı ormanına gidip,
korkunç bekçi kudretli Huvava’yı öldürme ve sedir ağaçlarını kesip “ülkede
kötülüğün kökünü kazıma” planını açar. Yabani bir yaratıkken sedir ağacı
ormanını bir uçtan diğerine geçmiş olan Enkidu, Gılgamış’ı böyle bir serüvene
girişmenin ölümcül tehlikesi olacağı konusunda uyarır. Ama Gılgamış, Enkidu’nun
korkularıyla alay eder; kendisi uzun ama içinde kahramanlıktan eser olmayan bir
yaşam sürmeyi değil, ölümsüz bir ün kazanmak ve isim bırakmak özlemi içindedir.
Uruk’un ihtiyarlarına danışır ve gezginlerin koruyucusu güneş tanrısı Şamaş’ın onayını
alır ve Uruk’un zanaatkârlarına kendisi ve Enkidu için devasa silahlar
yaptırır. Bu hazırlıklar tamamlandıktan sonra serüvenlerine atılırlar. Uzun ve
yorucu bir yolculuktan sonra, göz kamaştırıcı güzellikteki sedir ormanına
varırlar, Huvava’yı öldürüp ağaçları keserler.
Serüvenler
birbirini izler. Uruk’a dönüşlerinde, aşk ve arzu tanrıçası İştar, yakışıklı
Gılgamış’a sevdalanır. Binbir sözler vererek, arzularını doyurması için
Gılgamış’ın aklını çelmeye çalışır. Ama Gılgamış, artık eski günlerin yola
gelmez tiranı değildir. Tanrıçanın pek çok sevgilisi olduğunu ve hiçbirine
sadık olmadığını bilerek, kendisine sunduklarıyla alay eder ve onu aşağılayarak
reddeder. Bunun üzerine büyük düş kırıklığına uğrayan ve fena halde öfkelenen
İştar, gök tanrısı Anu’yu Gök Boğa’sını Uruk’a göndermesi ve Gılgamış’la
kentini yok etmesi için ikna etmeye çalışır. Anu başta buna yanaşmaz, ama
İştar’ın ölüler diyarından ölüleri getireceği tehdidi üzerine kabul etmek
zorunda kalır. Gök Boğası yeryüzüne iner ve Uruk kentini kırıp geçirir,
yüzlerce savaşçı öldürür. Gılgamış ile Enkidu boğaya karşı birlikte mücadele
verirler ve güçlerini birleştirmeleriyle zorlu bir dövüşün sonunda onu
öldürmeyi başarırlar.
Şimdi iki
kahraman ünlerinin doruğuna ulaşmışlardır; Uruk kenti onların yüce
başarılarının şarkılarıyla çınlar. Ama anlamsız yazgı mutluluklarına ani ve
acımasız bir biçimde son verir. Enkidu, Huvava ve Gök Boğasının
öldürülmesindeki payından dolayı tanrılar tarafından genç yaşta ölüme mahkûm
edilmiştir. On iki günlük bir hastalıktan sonra, çaresizlik ve kederden ne
yapacağını bilmez hale gelmiş Gılgamış’ın gözleri önünde son nefesini verir.
Şimdi kederli ruhunu daha da acı bir düşünce yiyip bitirmektedir. Enkidu
ölmüştür ve er geç kendisi de aynı kaderi paylaşacaktır. Geçmişteki kahramanca
başarılarının getirdiği şan şöhret onu avutamaz. İşkence çeken ruhunun şimdi
özlediği elle tutulur, bedensel ölümsüzlüktür. Ölümsüzlüğün sırrını arayıp
bulması gerekmektedir.
Gılgamış’ın
bildiğine göre, tarihte ölümsüz olmayı başarmış tek bir insan vardır; tufandan
önce var olan beş krallık kentinden biri olan kadim Şuruppak’ın bilge ve dindar
kralı Utanapiştim’dir. Gılgamış ne pahasına olursa olsun Utanapiştim’in
yaşadığı uzak yere gitmeye karar verir. Bu ölümsüzleşmiş kahraman belki de
değerli sırrını ona açıklayacaktır. Uzun ve zorlu bir yolculuğa çıkar, dağlar
aşar, ovalar geçer, yabani hayvanlarla ve açlıkla savaşır. İlksel denizi ve
ölüm sularını geçer. Sonunda, bir zamanlar Uruk’un gururlu hükümdarı olan
Gılgamış, bitkin, bir deri bir kemik, saçı sakalı pöstekiye dönmüş, kir pas
içindeki gövdesini hayvan derileriyle örtmüş bir halde, sonsuz yaşamın sırrını
öğrenme hevesiyle Utanapiştim’in önüne çıkar.
Ama
Utanapiştim’in sözleri cesaret kırıcıdır. Şuruppak kralı, yeryüzündeki bütün
canlıların kökünü kurutmak için çok eskiden tanrıların gerçekleştirdiği korkunç
tufan öyküsünü anlatır. Bilgelik tanrısı yüce Ea’nın öğüdüyle inşa ettiği
gemiye sığınmamış olsaydı kuşkusuz kendisi de mahvolacaktır. Ölümsüzlük
armağanına gelince, bu tanrıların ona verdiği bir bağıştır; peki, Gılgamış’a
ölümsüzlük vermeyi isteyen bir tanrı var mıdır? Yazgısından umudu kesen
Gılgamış, eli boş olarak Uruk’a dönmeye hazırlanırken, bir umut ışığı belirir.
Utanapiştim, karısının zorlaması üzerine, Gılgamış’a denizin altında bulunan
sonsuz gençlik bitkisini nereden bulabileceğini söyler. Gılgamış denize dalar,
bitkiyi çıkarır ve sevinçle Uruk’a doğru yola koyulur. Ama tanrıların isteği
başka türlüdür. Gılgamış yoldaki bir kaynakta yıkanırken, bir yılan bitkiyi
kaçırır. Tükenmiş ve acı düş kırıklıkları içinde olan kahraman, kenti
çevreleyen güçlü duvarlarda bir avunç bulabilmek için Uruk’a döner.
Babillilerin,
Gılgamış Destanı’nın ilk on bir tabletinin içeriği özetle böyledir. Eserin ne
zaman meydana getirildiği konusuna gelince, Geç Babil metni uyarlaması ile
ondan daha sonra yazılmış olan Asurca uyarlama karşılaştırıldığında, şiirin
özünde, bugün bildiğimiz biçimiyle İÖ ikinci bin yılın ilk yarısı gibi erken
bir tarihte yaygın olduğu görülür.
Hiç yorum yok